Yeni
yıl arifesinde tüm acılara sünger çekip en iyi, en tatlı dileklerimizi dilemiş
olmamıza rağmen yalnızca bir saat sonra içimizi yakan haberle yeniden suspus
olduk. Dünyanın giderek daha çetrefilli, hayatın daha çetin olduğu günümüzde, bizler de bir parça huzur bulmak için kendimizi kitaplara
veriyoruz. Yılın ilk uçuşu dışardaki hayatı unutup bir hafta boyunca
havaalanında kalarak oradaki gözlemlerinden bir kitap yazan Alain de Botton’la
olacak! Hazırsanız, kemerlerinizi bağlı, zihinlerinizi pürüzsüz, kalplerinizi
pirüpak hale getirmenizi rica eder, sütliman bir uçuş dileriz.
Havaalanında
Bir Hafta, yazarın Londra • Heathrow havaalanı işletmecisi şirket tarafından
aldığı davet üzerine, dünyanın en yoğun havaalanlarından birinde sınırsız
izinle dolaşarak bagaj görevlilerinden pilotlara, kıdemli yöneticilerden
havalimanı rahiplerine kadar herkesle konuşup hemen her milletten yolcuyla
tanışma fırsatı bulduğu bir haftanın etkileyici bir özeti. Zira bugüne değin
yazdığı birçok kitapla hayata bakışımızı ciddi biçimde değiştiren Alain, bu
defa havalimanlarının doğası ve hayatımızdaki yerini sorgulayarak yaptığı sohbetlere dayanarak seyahatin, çalışmanın, ilişkilerin ve günlük
yaşamın dinamiklerine ilişkin inceliklerle dolu bir kitap yazdı.
2010
yılında yayınlanan kitap Tülin Er tarafından dilimize çevrilmiş olup Sel
Yayınları tarafından basılmıştır. Yaklaşma, Gidiş, Gümrüksüz Saha ve Geliş
olmak üzere dört ana bölümden oluşmaktadır. Bizzat Alain tarafından çekilmiş
fotoğrafların bulunduğu kitap, hepimizin hayatlarındaki o anlara geri dönmemizi
sağlayıp içinden geçtiğimiz duyguları, baş etmekte güçlük çektiğimiz ayrılık
vakitlerini, iple çekilen kavuşmaları, birbirini bırakmak istemeyen elleri,
yaşlarla parlayan gözleri ve çok daha fazlasını yakalıyor.
Hevesinizi
hoplatmak için tadımlık bir kuple konduruyoruz : ‘Havaalanında kalmaya
başladıktan kısa bir süre sonra, akşam saatleri en sevdiğim zaman halini aldı.
Saat sekiz olunca, en hareketli kısa mesafe Avrupa trafiği bitiyordu. Terminal
boşalıyor, Caviar House mersinbalığı yumurtalarından kalanları satıyor ve
temizlik ekibi günün sistematik yerleri silme harekâtına başlıyordu. Yaz olduğu
için, güneş kırk dakika daha gökyüzünde kalıyor ve bu arada yumuşak, nostaljik
bir ışık, bekleme alanlarından akıp gidiyordu. Bu saatte terminalde kalan
yolcuların büyük bölümü, her akşam Doğu’ya kalkan uçaklarda yerini ayırtmış
olanlardı. Bunlar çoğunlukla kuzeybatı Londra’da oturan ailelerdi ve rotaları
boyunca Singapur’dan, Seul’den, Hong Kong’dan, Şangay’dan, Tokyo’dan ya da
Bangkok’tan geçiyorlardı.
Bekleme
yerlerinin atmosferi yalnızlık yüklü olmakla birlikte, tehlikesizlik duygusu
öyle yaygındı ki, her insanın tek başına olduğu zaman hissedebileceği
rahatsızlık duygusunu ortadan kaldırıyor ve böylece, yeni bağlantılar kurmayı,
kalabalık bir barın şenlikli halkı içinde olabileceğinden daha mümkün
kılıyordu. Havaalanı geceleri, tek bir ülkeye bağlı kalamayan, gelenekten
korkan, yerleşik bir toplumda yaşayabileceği şüpheli ve bu yüzden de modern
dünyanın ara bölgelerinden, gazyağı depolarının ikiye böldüğü manzaralardan, iş
merkezlerinden ve havaalanı otellerinden başka hiçbir yerde rahat edemeyen
göçmen ruhlar için bir ev haline dönüşüyordu.’
Üzerinden
yalnızca yedi yıl geçmiş olmasına rağmen, Alain’in havalimanlarında bekleme
yerlerini tehlikesizlik duygusunun yaygın olduğu yerler olarak tarif etmesi
anlamını yitirip yerini bambaşka düşüncelere bıraktı. Zira artık hayat, hiçbir
kurtarılmış bölgesi olmayan, nerden ne çıkacağı, bir sonraki bölüme geçilip
geçilemeyeceği bilinmeyen bir bilgisayar oyunu gibi. Bize düşen elimizdeki
canların kıymetini bilmek … Hepinize neşe içinde kartopu oynayıp içeri koşup
ısınacağınız, çayınızı demleyip sevdiklerinizle diz dize kestane yiyeceğiniz
ılık kış günleri diler, gözlerinizden öperiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder